
Küresel alanda büyük sorunların üst üste denk geldiği böyle bir döneme tarihte herhalde az rastlanır. İklim, enerji ve gıda krizleri, salgınlar, savaşlar, ekonomik darboğazlar… Hepsi de önemli meseleler. Ancak bu noktada bir parantez açmaya ihtiyaç var. Bahsedilen hiçbir sorun gelişmiş ülkeleri etkilemediği müddetçe küresel bir problem sayılmaz. Buna örnek olarak uluslararası ‘göç’ ve ‘mülteci’ sorununu verebiliriz. Bugün bu mesele, Avrupa Birliği ülkelerini tehdit eder boyuta gelmeseydi dünyanın gündemine gelir miydi bilinmez. Ama bugün bu mesele, Avrupa ve Dünya için ilk sıralarda geliyor. 1951 Tarihli Cenevre Sözleşmesi konuya hukuki bir boyut kazandırıyor. Buna göre eziyet, çatışma, saldırı veya toplum huzurunu ciddi şekilde bozan diğer durumlarda ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan ve uluslararası koruma talep eden kişiler mülteci olarak kabul edilmektedir. Mültecilik uzun süreli ve neredeyse kalıcı bir misafirlik. Bu sebeple ülkeler bu kavram yerine daha çok ‘sığınmacı’ kavramını kullanmaya dikkat ediyorlar.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komisyonu (UNHCR) verilerine göre 2021 yılı itibariyle dünyada yaklaşık 27,1 milyon mülteci var. Bunların 3,7 milyonu Türkiye’de ikamet etmekte. 11 Eylül saldırıları sonrası Afganistan ve Irak harekâtları ile başlayan yukarı yönlü hareket mülteci sayısını günümüzde ikiye katladı. Avrupa Birliği ülkelerinde ise 2014-2021 döneminde bu rakam neredeyse üç katına çıkmış durumda. Fakat Avrupa Birliği ülkelerinin tamamındaki mülteci sayısı yaklaşık 2,8 milyon kadar. Yani Türkiye’den daha az. İlgili dönemdeki hızlı yükselişin sebebi de Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya yönelik demokrasi ihraç etme çabaları. Sonuçlarından en çok etkilenen ülkelerin başında da Türkiye geliyor.
Küresel boyutta bakıldığında mültecilere yönelik olumsuz yargılar günümüzde çok fazla; ev sahibi ülkelerde kamusal hizmetlerin yetersiz hale gelmesi, rüşvet ve yolsuzluklarda artış, düşük ücretli ve güvencesiz çalışma, işsizlik oranlarındaki artış, kayıt dışılık ve gıda kıtlığı gibi konular mülteci karşıtlığını besleyen temel konular. Ancak, bilimsel ve deneysel nitelikteki bazı çalışmalarda mültecilerin; işgücü piyasasındaki demografik boşlukları doldurma, ucuz işgücü olarak maliyetleri düşürme, emek-yoğun tercih edilmeyen işlerde çalışma, üretken tüketiciler ve üreticiler olma, mülteci gönderen ve mülteci alan ülkeler arasında ticareti arttırma gibi hususlarda ev sahibi ülkeler için olumlu yansımaları olabileceğini de gösteriyor. Yine gelişmiş ülkeler için yapılan bazı çalışmalarda en azından mültecilerin ev sahibi ülke ekonomilerine yönelik olumsuz bir etkisinin olmadığı da tartışılıyor.
Peki, sorun nerede? Sorunun başlangıcı 11 Eylül sonrasında Batıda başlayan göçmen karşıtlığı. Sonrasında 2008 Küresel Krizi ve bu krizin Avrupa’ya sıçraması ikinci aşamayı oluşturuyor. Arap Baharı süreci, Ortadoğu ülkelerindeki savaş veya iç çatışmalar 2014 yılından itibaren çok sayıda kişinin meşru veya gayrimeşru yollardan Türkiye ve Avrupa Birliği ülkelerine göç etmesine yol açtı. Aslında aynı dönemde ekonomik kriz ve artan mülteci akınları Avrupa coğrafyasında buluştu. Oluşan ekonomik sorun ve darboğazların faturası da siyasi olarak mültecilere kesilmek istendi. Tabi ki hepsine değil. Özellikle nüfusu yaşlanan Avrupa ülkeleri için genç, eğitimli ve ekonomik verimliği yüksek mülteciler her zaman önemli bir fırsat. Deneysel çalışmalarla da bu olumlu etkiler destekleniyor. Avrupa’da her ne kadar mülteci karşıtlığı beslense de, uygulanan politikalarla Avrupa ülkeleri bu durumu bugüne kadar fırsata çevirdi. Eğitimsiz ve ekonomik açıdan verimsiz olan mültecileri ise sınırları dışında tutmaya özen gösteriyor. Kısaca bugün küresel boyutta bir sorun haline dönüşen mülteci sorununun maliyetlerini az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler yükleniyor. Ekonomik açıdan olumlu çıktıları oluşturabildiğimiz ölçüde Türkiye için de bu konu fırsata çevrilebilir.